27 Şubat 2009 Cuma

Atatürk hakkında bilinmeyenler...

Biliyorum Çocuğum..

Hatay sorununda Fransızların zorluk çıkardığı günlerdeydi. Atatürk, sofrasına çağırdığı Fransız Fevkalade Komiserine içini döküyordu.-Hatay işi, benim kişisel davamdır.
-Beni üzüyorsunuz. Korkarım ki, beni meseleyi başka türlü halletmek zorunda bırakacaksınız.
Atatürk bu sözleri Türkçe olarak yüksek sesle söylüyor ve herkes dinliyordu. Hazır bulunanlardan Kazım Paşa da onun sözlerini Fransızca’ya çeviriyordu. Atatürk’ün “Beni Üzüyorsunuz” sözü salona yansır yansımaz arka sıralarda bulunan bir genç ayağa kalkarak:

-Atatürk! Üzülme arkanda biz varız, diye bağırdı.

Atatürk birden başını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Kaşları kalkmış, ürkünç bir çehre almıştı. Salon birden derin bir sessizliğe gömüldü. Herkes Atatürk’ün gence sinirlendiğini sanıyordu. Oysa tam bu sırada gözlerini gence diken Atatürk, onun bu sözüne karşılık olarak:

-Biliyorum çocuğum, onu bildiğim için böyle konuşuyorum, diye karşılık verdi.
.........................................................................................

Ata ya Hakaret eden Köylü

Atatürk’e hakaretten sanık bir köylü hakkında kovuşturma yapılıyordu. Durumu Ata’ya bildirdiler.
-Mahkemeye veriyoruz, dediler, size küfür etmiş.
Atatürk sordu:
-Ben ne yapmışım ona?
Soruşturma evrakını inceleyenler açıkladılar:
-Gazete kağıdı ile sardığı sigarayı yakarken kağıt tutuşmuş da ondan.Bunu söyleyen o zamanın bakanlarından biridir. Bakana şu soruyu yöneltmiş:
-Siz hiç gazete kağıdı ile sigara içtiniz mi?
-Hayır...
-Ben Trablus’ta iken içmiştim. Pek berbat şeydir. Köylü gene bana az küfretmiş. Siz bunun için mahkemeye vereceğiniz yerde, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız.

....................................................................................

Ata nın Cevap Veremediği Tek İnsan..?

Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan baş kaldırıp ne memleketi imar edebilmiş, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuz olduğu kadar düşmanlarımızın da suçudur. Çünkü başta Ruslar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi:
-Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...
Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, Balkan milletlerini “İstiklal” diye kışkırtırlardı.Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler zenginleşirlerdi.Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile çok güzel açıklamıştır.Atatürk, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
-Bu köşk kimin?
-Kirkor’un...
-Ya şu koca bina?
-Yargo’nun...
-Ya şu?
-Salomon’un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
-Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz?
Toplananların arkalarında bir köylünün sesi duyulur:
-Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da, Arnavutluk Dağlarında, Kafkaslar’da, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk paşam...
Atatürk bu anısını naklederken:
-Hayatımda cevap veremediğim tek insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu..

....................................................................................................

Atatürk ve Nöbetçi
İtalyanların Habeş Harbi sıralarında idi. Ege kıyılarında kıta ve tahkimat komutanları çok titiz davranıyorlar, kıtaya herhangi bir yabancının sızması olasılığına karşı erleri sık sık uyarıyorlardı.Bu günlerin birinde Atatürk’ün teftişe geleceği haber alındı. Atatürk beklenilen günde yanındaki erkanı ile geldi. Kıtaları teftiş edip dolaşmaya koyuldu.Savunma mevzilerinden birine giden yolun dönemecinde Atatürk birdenbire durdu. Yanındakilere:
-Siz beni burada bekleyiniz, ben yalnız gideceğim, dedi.
Yanındaki komutanlar tereddütle birbirlerinin yüzüne baktılar. Fakat, tabii bir şey söyleyemediler.Atatürk patikanın kıvrımını döndü. Koruganın hakim bir noktasında nöbet bekleyen Mehmetçiğe doğru yürüdü. Uzaktan gelen bir sivilin kendisine doğru yürüdüğünü gören Mehmetçik hemen silahına davrandı. Daha fazla yaklaşmasına izin vermeden gür sesi ile:
-Dur!... diye gürledi.
Atatürk bu kesin ihtar karşısında durarak:
-Sen beni tanımıyor musun? Ben kimim?
-Mustafa Kemal’sin komutanım.
-Peki sen benim Mustafa Kemal olduğumu biliyorsun da hala neden yasak, diyorsun?...Mehmetçik bir an durakladı. Herhalde teftişten haberi vardı. Fakat onun bildiği Atatürk, yanında kalabalıkla gelirdi. Böyle yapayalnız gelmezdi. Bir an daha düşündükten sonra kafasını salladı ve safiyetle yanıt verdi:
-Komutanım, Mustafa Kemal’sin Mustafa Kemal olmasına ama... Düşmanların işine akıl sır ermez... Birini sana benzetir içeri sokarlar... Gözünü seveyim sen şu bizim yüzbaşıyı al birlikte gel, o zaman nereye istersen git!
Atatürk, geri döndükten sonra komutanlara bunu anlattı. Bu mert ve uyanık eri çavuşluğa yükselttirdi.

25 Şubat 2009 Çarşamba

Görmek istediğin gibi bakarsan,istediğini görürsün...Önyargı

EİNSTEİN ‘İNSANLARDAKİ ÖNYARGIYI PARÇALAMAK,BENİM ,ATOMU PARÇALAMAMDAN ÇOK DAHA ZOR’.



Ne kadar doğru ....



Önyargıyla harekete yönlendirebilmek çok kolay...Azıcık bir proveke hareketin bile büyük olaylara dönüştüğünü,tarihteki örneklerde çok duyduk....Anlamadan,araştırmadan,kolaya gelen,yani önüne gelmiş bir haberi detaylandırmak,kişinin kendi tarzına kalmış bir eylem...Basit bir kurguyu kim araştırmış ki...Bunun verdiği yada vereceği zararı bir düşünsenize....


İki ucu keskin bir bıçak...



Ufacık bir kelime kırıntısının bile ,ya da karşıdan görülen bir görüntünün yarattığı fotoğrafın ,gerçeği anlamadan,kendi anladığı kadarıyla,çevresine aktardığı cümlelerin,bir değil belki de bir kaç hayatı söndürebileceğini kendi yaşadığım,ama aktaramıyacağım bir olayla şahidim...

Bir de şuna inanıyorum,hangi gözle bakarsanız,onu görürsünüz.Çünkü o anlamın dışına çıkmazsınız.Eğer anlama ve dinleme kabiliyetiniz yoksa...

Bu tür insanların,iftira senaryolarını ben çok duydum ve dinlemek zorunda kaldım.Çünkü yargılamadan hüküm verildiğine şahit oldum.Televizyonda çıkan şöhretlerin hayatları hakkında,özellikle kadın ise,zaten para kazanma şeklinin belli olduğunu,başarının takdir edilmesi gerekirken,iftira atılarak ,kazandığı paranın çokluğuna duyduğu haseti farketmemek imkansız olan birileriyle yaşadınız mı hiç?Yanlış düşünmekten korkmayan insanlarla yaşadınız mı?Önyargıyla hareket etmenin vicdansızlık olduğunu anlamayanlarla yaşadınız mı?

Bize anlamayı ve empati kurmayı öğrettikleri için,annemle babama ne kadar teşekkür etsem azdır...Islak bir kedinin,aç bir hayvanın hatta saldırgan bir köpeğin bile boşuna o hale gelmediğini anlayacak kadar empati kurabiliyorum ben....Ve ona göre yardım eli uzatıyorum....

Bir çoğumuz,sinirlendiğimiz zaman nasıl bir fotoğraf sergilediğimizi ve karşımızda anlayan birileri olmazsa olayların nasıl sonuçlanacağını bilemeyiz...

İşte bu yüzden,bir insanla ya da toplulukla ilişkiyi kesiyorsam,bilinmeli ki son nokta konulmuştur. o safhaya gelindiyse bıçak gibi de kesebiliyorum...Asla bir önyargının etkisiyle hareket ettiğimi hatırlamıyorum.Bıkkınlığın sonucudur o karar...



Ama önsezilerimin yalan söylemediğini,çok acı da olsa tecrübelerimle yaşadım.Sürekli taarruz yaparak kendinizi savunduğunuz bir hayatı yaşamak ister misiniz?Sürekli tetikte olup,"bakalım bu akşam ne iftiralarla karşılaşıp,savunma yapacağım" dediğiniz oldu mu hiç?

Sürekli gardınızı alıp,gergin beklediniz mi?

Kimse yaşamasın bunu!

Çünkü asla lehinize çeviremeyeceğiniz bir ön yargı hakimiyle karşı karşıya oluyorsunuz o anda.Hele bir de kendisine yetmeyip etrafına yayan biriyle mücadele edebilir misiniz?

Hiç, tanımadığınız insanların size anlam veremediğiniz şekilde bakmasıyla karşı karşıya geldiniz mi ?
Dört duvar arasında yaşanması gereken olayların,magazin haline gelmesine dayanabilir misiniz?

Yanlış olduğunu bile bile,o yanlışını savunan birileriyle yaşayabilir misiniz?

Keşke hepimiz aynı kültürü almış insanlarla karşılaşabilsek....

En güzeli,bu önyargılarından arınmayan,ve arınamayacak insanlardan uzaklaşmak...

Tek tarafın ağır bastığı,bakış açısı cinsiyetçi önyargıya dayalı insanları çevremden uzaklaştırıyorum artık...

Kimse menfaatleri uğruna,önyargı mekanizmasını çalıştırmasın.İleride çok yalnız kalacağı,tecrübeyle sabittir...

Korkak insanların yanılgısıdır "ÖNYARGI"


Bu yazıyı Öykü atölyesinin,kelime oyununun son kelimesi ÖNYARGI için yazdım.

24 Şubat 2009 Salı

Su gelir güldür güldür...



Aşağı yukarı,üç aydır,özellikle akşamları daha net duyduğum bir gürültü var...
Tüp sesi!
Hani değiştirmek için kaldırıp kondurduğumuz tüp var ya,işte onun gürültüsünü andıran bir ses.İlk başlarda,olur böyle şeyler derken,kendimi taşındığımız yerdeki apartmanda zannettiğimi anladım.Halbuki,bahçe içinde tek katlı bir evde oturuyoruz.Yanımızdaki ev dahil,bütün mahalle en fazla iki katlı...Ayrıca doğal gazın kullanıldığı yerlerde tüpün ne işi var demeye başladım.
Bir akşam ,oğlumun aynı mahallede oturan arkadaşlarından birisi ,bize geldiğinde aynı gürültü yine oldu ve ben söylenmeye başladım.
-"Tülay teyze,sanırım bu gürültüleri 3-4 ay daha duyacağız "dedi.
-"Nasıl yani?"
-"Melen suyu projesi var ya..."
-"Eeeeeeeeee..."
-"İşte onun çalışmalarından dolayı tünel çalışmalarının sesi.Yani dinamit patlatıyorlar..."
Aman ne güzel!
Piyangodan çıkıp buralara geldik yani....
-"Bunlar evleri çökertecekler" dediğimde,söylediği şey beni nasıl rahatlattı anlatamam(!)...
-"Başta biz de anlamamıştık,hatta yan komşuyla kavga bile ettim ben...Ama onlar söyleyince anladık biz de...Geçen hafta duvarda çatlak oluşunca soluğu muhtarda aldık.Ama yetkililere ulaşamadık...
-"???????*!!!!!!!!!!!"
Hemen telefon trfiğini başlattım.Kızkardeşime bahsedince,onlar da yeni duymuşlar,ve işin ilginç yanı üstte oturanların tüple ne işleri olduklarını merak etmişler onlarda.:-))
Karşılıklı kısa gülüşmelerden sonra,endişe dolu konuşmalar başladı aramızda...Onun öğretmen bir arkadaşının dayısının evi çökmüş bu çalışmalar nedeniyle...Şu anda tam bizim altımıza gelmiş çalışmalar.150 metre aşağıdalarmış.
Aman ne rahatladım!
Ama kızkardeşim,mütahit firmanın evi yeniden yaptığını ve onardığını söyledi.
Daha da rahatladım(!) !
İyi de,mahalle hiç mi duymuyor bu gürültüleri?
Kimsede bir hareket yok!
Ben mi panik yapıyorum acaba?
Kimi diyor ki,bizim buralardan geçmeyecek de,Beykoz çayırının altından geçecek...Eğer bu kadar uzaktan bu gürültü oluyorsa,orada oturanlara Allah sabır versin...
Üstelik gündüz evde değilim,sadece akşam yaptıkları gürültü bile beni korkutmaya yetiyor....
İki akşamdır,sanki daha uzaktan geliyor bu ses...
Ne kadar güvenlik içeriyor,burada oturanlar için ne kadar risk var...Var mı?
Bilinmezliklerle yaşamaya devam ediyoruz...
Halbuki bu işe başlarken,evlere broşür dağıtıp,yöre halkını bilgilendirmeleri gerekirdi.En azından,kulaktan kulağa büyüyen asılsız iddialara dayanan söylentilere meydan vermemiş olurlardı.
Şimdi ne olacak?
Bekliyorum.Hangi yetkili bu konuda açıklama yapacak?
En iyisi kafaya takmamak...
Hatta keyif alıp,tatlı senaryolar yazalım.
Örneğin,susuzluk çekersek,bahçeden kazarak 150 metre aşağı inip,borudan delik açıp su aşırabiliriz...Size de faydam dokunabilir o zaman...Bilginiz olsun...Bir tulumba takarız,ohh deymeyin keyfimize...
Tabiii o delik büyüyüp de bizi havaya fırlatmazsa!
Yok Yok !
Ben olumlu düşündükçe,hunganga düşünceler daha ağır basıyor....
Ey İstanbul'lular,sularınızı dikkatli kullanın,yoksa buna benzer projeler çoğalırsa,birgün çeşmelerinizden ben çıkabilirim .Ona göre yani!
:-))
En iyisii türkü çığırmak!
"Su gelir güldür güldür,yar beni sen güldür" gibi miydi?....

23 Şubat 2009 Pazartesi

Hayat bir masal mı?

Bu resim beni yıllar öncesine götürdü....

Babamın mesleği gereği,çok yer gördük biz.Askerlik mesleği sürekli tayinlerle geçer...Anadolunun bir çok yerini görme zevkine erişenlerdenim...
Birçok arkadaşım oldu benim,hem de sayılarını hatırlayamayacağım kadar çok...
Ama kendilerini de hatırlayamıyorum ki...
Sürekli yer değiştirmekten,sabit bir arkadaşım olamadı anlayacağınız...

Etrafıma bakıyorum,birçok kişinin çocukluk arkadaşları olduğunu görüyorum.Atıyorum,kişi 40 yaşındaysa,neredeyse aynı yaşta ve aynı yıllardan gelen köklü arkadaşlıkları olan,ilişkileri kardeş olacak kadar uzun yıllara dayanan bir tarihleri var...
Düşünüyorum da benim hatırladığım, en eski arkadaşım,İstanbul'a temelli yerleştiğimizde,yani babamın emekliliğinin benim lise son yıllarıma denk geldiği zamanlardaki "Mihriban" isminde bir arkadaşım.O da, beni O'nun aramasıyla ,ortak bir arkadaşımızın aracılığı ile beni bulması sonucunda yıllar sonra biraraya geldiğimiz için en eski arkadaşım oluyor.Yoksa iyi günde kötü günde paylaştığım bir birlikteliğimiz olmuş değil anlayacağınız...Hala sürekli görüşürüz...Ama telefonla..Hayat şartları uzak kalmamızı gerektiriyor...

Benim çocukluk arkadaşlarım,kuzenlerim...

Sömestr tatillerimizde,çoğunlukla teyzem ve dayımla bir arada olurduk.Dayım evlenmediği için çocuğu yoktu,ama teyzemin dört çocuğu vardı.Onlarda aynı kaderi paylaşıyorlardı bizim gibi.Teyzem öğretmen,eniştem müfettiş olunca,onlar da sürekli göçebe hayatı yaşıyorlardı.

Belki bu yüzden biz ,ne zaman bir araya gelsek,ayrılmak istemezdik.Hepimiz aynı odada yatmak için yer yatağı yaptırırdık annelerimize.Odadan koltukları çıkarırlardı,hepimiz aynı yatakta yatıyorduk.Oda ufak bile olsa sadece bizim sığabileceğimiz koca bir yer yatağı olurdu.Sabahlara kadar kıkır kıkır gülerdik.Paylaşacak o kadar çok konumuz olurdu ki,sürekli parodiler yapardık.

Askeri kamplardan yararlandığımız zamanlarda ,gündüz deniz sefası yapardık,akşamları da sahneye çıkıp orkestra estrümantellerinin herbirinin başına geçip resim çektirirdik,sonra da sanki biz çalıyormuşuz gibi çevremizdekileri bu resimlerle aldatırdık...Ablamın sesi çok güzeldi,solist olarak onun resmini görünce inanırlardı...
Gündüzleri yüksek sesle müzik dinlerdik....Akşamları çok geç yatardık,5 taş,40 taş,dama gibi oyunlarla geçen günümüz okul anılarıyla ve bazen korku dolu hurafelere kadar dayanan hikayelerle doldurduğumuz gecelere dönerdik.Hem birbirimizi korkuturduk,hemde sımsıkı sarılıp yatardık...
Aslında hiç birimiz şımarık yetiştirilmedik.Ama ne zaman bir araya gelsek çok şımarırdık.
Tabii bizim bu sohbetlerimiz uzaya uzaya masal kahramanlarına gelirdi...Biz hepsinin konusunu kendimize uyarlamaya bayılırdık.Tiyatro oynayarak görev dağılımı yapardık....Ben hemen uyuyan bir tip olduğum için,hepsini sinir ederdim.Sürekli"uykucu" demeye başladılar bana.
Ve birden toplam sayımızın 7 olduğunu hatırladık!Biz üç kızkardeş,onlarda üç kız bir erkek!
7 Cüceler!
Hemen,karakterimize uygun isimleri dağıtmaya başladık.
Keloğlan-Erkek kuzen(tek erkek olduğu için)
Neşeli,öfkeli,utangaç-Kuzenler
Bilgin-Ablam
Hapşırık-Kızkardeşim
Veeee
Uykucu-Ben...

İşte benim çocukluk arkadaşlarım,kuzenlerim...Büyüme rüzgarında hepimiz ayrı yerlere gitsek de,hemen hergün telefonla görüşüyoruz.Onlar Ankara'ya yerleştiler,biz İstanbul'a.Hepimiz aynı anda biraraya gelmesek bile,zaman zaman,tek tek görüştüğümüzde bile,tüm düşüncelerden arınıp,birlikte olmanın tadına varıyoruz.

Bu sene şöyle bir karar aldık; Çocuklar ve eşler olmadan,bir haftalığına bir araya gelip tatil yapacağız.
Henüz torunlar olmadan........
Kimbilir,Yedi cüceler olarak,belki de son birlikteliğimiz olacak...
En büyüğümüz 52,en küçüğümüz 40 yaşında!

Hayatımıza cadılar girmeden,prensler ve prenses öpmeden önceki hayatımızı çok özlüyorum.

Keşke hayatımıza cadılar girmeseydi,Prenslerin tatlı dillerine kanıp evlenmeseydik...

Hatta hiç büyümeseydik....

Ah! Şu elma yok mu,ELMA!

Hatta ,hep bu nedenle kel kaldığını konuştuğumuz canım kardeşim Murat'a,keşke "Keloğlan" demeseydik!

:-))

18 Şubat 2009 Çarşamba

Limon ve sarmısak mucizesi...


2 Litre limon suyu(aşağı yukarı 40 limona denk geldi benim yaptığımda), 40 diş soyulmuş ve ezilmiş sarımsak, ağzı sıkı kapanan koyu renkli veya üzeri kağıtla kapatılmış bir kavanoz lazım. Limonların suyunu iyice sıkıp kavanoza doldurunuz, soyulmuş 40 diş orta boy sarımsağı yıkamadan ve ezerek limonun içine atıp kavanozun kapağını kapatıyoruz, 25 gün boyunca normal ılık bir yerde saklanıp her gün çalkanacak, (sarımsaklar iyice erimiş olacak)

25 gün sonra kavanozu açıp her sabah aç karnına yarım veya içebiliyorsa bir çay bardağı içiyoruz kavanoz bitene kadar içilecek, kapağı hep kapalı olacak, kavanoza asla su, şeker v.b. karıştırılmayacak ancak çay bardağına aldığınız kısmını dilersek sulandırarak içebiliyoruz bunu içtikten sonra en az yarım saat bir şey yiyip içilmeyecek, yarım saat geçtikten sonra kahvaltı yapılacak mümkünse her sabah aynı saatte içilecek.





100 KANITLANMIŞ YARARLARI

1-Tüm damar iltihapları (vaskülir) tedavi ediyor, tıkanan damarları açıyor, damar sertliklerini ve hipertansiyonu önlüyor



2-Kollestrol ve lipidi düşürüyor zararlı yağların yakılmasını sağlıyor, kilo verdiriyor (bazal metabolizmayı hızlandırıp yağların yakılmasını sağladığı için iştahı açıyor bu dönemde diyete dikkat etmek gerekiyor) şekeri düşürüyor, pankreasın yenilemesini sağlıyor.



3-Böbrek ve safra taşlarını eritiyor idrar söktürüyor vücuttaki şişkinlik ve tüm dokulardan ödemi kaldırıyor.



4-Helycobeacter pylori adlı ülser mikrobunu öldürerek mide ve oniki parmak bağırsağı ülserinin kesin tedavisini yapıyor.



5-Tüm romotizmal iltihabı önleyip, her tür romotizmal ağrıları dindiriyor, kireçlenmeyi önlüyor, eklem düzeylerinin yenilenmesini sağlıyor her türlü ağrıyı kesiyor.



6-Beyin hücreleri ve tüm sinir sistemlerinin yenilenmesini sağlıyor sinirdeki aksiyon potansiyelini düzenleyip ileri-refleks hızını artırıyor,felçlere ve VERTİGO'da fayda veriyor.



7-Vücudun bağışıklık sistemini son derece kuvvetlendiriyor, ve her türlü alerjiyi özellikle damarsal kökenli ve strese bağlı cilt alerjilerini kökünden kesiyor, kansere karış tüm vücudu koruyor.



N O T :
İlacı hazırlayanın babasının koroner by-pass ile üç damarı değişecekken bu ilaç sayesinde %100 tıkalı damarları açılmış ilaç hazırlandıktan sonra sarımsaklar erir, koku etrafa yayılmaz. Kullanan üç kişi ile görüştüm hep son derece memnun olduklarını adeta gençlik iksiri olduğunu söylüyorlar. Bunu ilk defa Rus doktorlar bulmuş ve uygulamışlar şimdi ABD'de uygulanmaya başlamış, tıp de devrim yaratacağı söyleniyor ve sarımsak limon karışımından oluşan maddelerin kimyasal yapısı çözülmeye çalışılıyor.



Dr. Sencer TEPE

...........................................................................................

28 şubattan itibaren kullanmaya başlıyorum....
03 şubatta hazırladım bu karışımı,bitirdikten sonra,sonucunu ,yani bende yarattığı değişiklikleri burada bildireceğim....
Bakalım ne gibi iyileştirmeler gerçekleşecek...

17 Şubat 2009 Salı

Birarada yaşayabilmeyi bilmek....



Bir de birbirimizi aşağılamadan,saygı göstermeyi öğrenebilsek......

Büyütüp,hep aynı senaryolar üretenlerin provakasyonları neticesinde ülkem kargaşa içinde...

Her ikisi de benim arkadaşım olan kişileri temsil ediyor.Ve biraraya geldiğimizde,kimse kimseye açıl ya da kapan demez.Çünkü en ortak yönümüz arkadaşlığımız,kahkahanın en güzelini,gözyaşının en kalitelisini paylaşıyoruz birlikte...Birbirimizi sorgulamadan....Çünkü hepimiz birbirimizin rengini biliyoruz...Üstelik benim çarşafa karşı düşüncelerim bu kadar net iken,çevre baskısıyla oluşan giyim arkadaşlığımıza son verdirmiyor...

Çünkü biz Atatürk çocuklarıyız!

Hani rant olarak kullanılıyor ya birileri tarafından,işte bu yazı onlara....

Sandalye uğruna, sosyal birlikteliği bozmaya çalışanlara ...

Yoksulluğa sebep olup,bunu oy lehine kullananlara...

10 Şubat 2009 Salı

İş yeri tacizi....


Önce ufak ufak yaklaşımlar,sonrasında gelen iltifat dokundurmalarıyla laf atmalar,eğer farkedilmediğini anlatan davranışlar sergileniyorsa,açık kapı gördüğünü sanarak,duygusal yaklaşımlarla psikolojik savaşı başlatır.Ki bakalım karşı taraf bu ilgiye karşılık verecek mi diye....

Eğer rahatsızlık duyulmuşsa karşı taraf için,bunu belli edecek nazik davranışlarla "red" mesajı gönderir.Çünkü böyle bir insan olmadığını tüm kibarlığı ile ortaya koyar.

Karşı taraf bunu anlar mı?Tabii ki hayır! Çünkü kendisini dünyanın merkezi görecek kadar narsist bir yapıdadır.

Ve çok masum görüntüsüne bürünür.Ama hala devam eder..."mmmm ne güzel kokuyorsun sen"gibi...Halbuki iyi niyetli bir insan"bu kokunun ismi nedir arkadaşım,eşime ya da kız arkadaşıma bunu almak isterim.Çok güzelmiş."der.

Karşı taraf,bunu işyeri sahibine söyler.Çünkü onlar da bayan oldukları için anlarlar diye düşünür.Ama onlar ne yapar?Yetkili bir erkek yöneticiye söylenir ve o kişi tarafından 'nasılsa' uyarılır.

Eyvah! Yaptığı ortaya çıkmıştır sevgili beyin yaptıkları....Ne yapacaktır?Evli olduğu için,karısının kulağına gitmemesini,gitse bile kendisini garantiye alması için"en iyi savunma,taaruzdur" yöntemini uygular.Nasılsa tacizini nitelikli ortaya koymuştur,elle taciz olmadığı için ispatının zor olduğunu düşünür.İşyerindeki konumundan ve patronlarla arkadaş oluşunun avantaj üstünlüğünü kullanır.Ve herkesin ortasında,aslında ortada hiçbirşey yokken,olay çıkardığını kasteden sözler sarfetmeye başlar."Sen mi istifa edersin,yoksa ben mi?" diyerek en büyük tacizini yapar.

Mağdur olan,"ufak suda fırtına çıkarmış" durumuna düşer...


Gün boyu işyeri sahipleri de dahil,havayı yumuşattıklarını sandıkları sözlerle daha yıpratıcı olurlar.


"Herkes dikkatli olsun,gözleniyoruz"

"Karına haber verelim,kocan seni aldatıyor"diye

"Eh,artık rahat edemiyoruz iş yerimizde" gibi...

Bir kişiye karşı alınmış cephenin,iş yerindeki huzuru nasıl bozabileceğini düşünsenize...


Üstelik bu kişi farkındalığını ilan etmişken...

Bakın,işyeri sahibi olmak ve çalışanına sahip çıkan iş yerleri her zaman gelişir.


İş yeri sahipleri, sorumluluk yüklüdürler.Çalışanlarını koruyucu ve ortaya çıkan çatışmaları çözümleyecek bir istihdama sahip olmalıdırlar.Mağdur olan çalışanını çaresiz bırakırsa,verim alamadığı gibi,iş yerindeki huzuru da sağlayamaz.

Allahtan,mağdur olan kişi,hedef alınıp suçlu durumuna düşürülme aşamasında dahi,asla iş yeri konusunda sendrom yaşayacak bir kişiliğe bürünmez.Çünkü kendi benliğinin bütünlülüğünün,etik değerlere dayandığını bilir.Özgüvenini sarsıp kaybedecek beklentisine asla olumlu bir cevap vermez.

En kötü ihtimal ne olabilir?İşten ayrılabilir....İş yeri iyi bir çalışanını kaybedebilir...

Her iş yeri kendi kültürünü ortaya koyar.

Özellikle "farkındalık" üzerine eğilmeli.Hep dikkat edilecek ve korunulacak bir personeli olduğunu unutmayacak.Ve elemeyi adaletli yapacak bir yapıya sahip olmalı.


Bu olay,çok yakınım olan birinin başına geldi.Ve bu olaya elimi sürmeden durabilecek miyim bilmiyorum.Ve hiç sanmıyorum...Sadece o yakınımı kırmadan halletmeliyim bunu...


İŞ YERİNDE CİNSEL TACİZ KONUSUNDA ÖNEMLİ VE İLGİNÇ BİR YARGITAY KARARI

Yeni iş yasamızla birlikte iş hukukumuzda yer alan konulardan biri de iş yerinde cinsel taciz kavramıdır.

4857 sayılı yasamızın Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri başlıklı 25.maddesinin d fıkrasına yapılan ekle
[1]konu yasal boyut kazanmıştır.

Buna göre ’’ Personel hem işverenin hem de işyerinde çalışan diğer kişiler ile üçüncü şahısların cinsel taciz nitelikli davranışlarına dayanarak iş sözleşmesini haklı nedenle derhal feshedebilir.
İşverenin cinsel tacizi halinde personel bu hakkını hemen kullanabilecekken işyerinde çalışan diğer kişiler veya üçüncü şahısların cinsel tacizinde önce durumu işverene bildirmek zorundadır. İşveren bu konuda önlem almazsa o zaman personel iş sözleşmesini feshedebilir.’’
[2]


Bir YAZI bunu detaylı anlatmış...


Öyle bir çürük düzen var ki,bunu kimse çürütemiyor.....

Yorumlarınız benim için çok değerli...

4 Şubat 2009 Çarşamba

Doludizgin hayatlar için...



ÇİÇEĞİN SUYA AŞKI
Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar. İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için. Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur. İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, "sırf senin hatırın için ey su" diye...

Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştır.

Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur. Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba "su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar. Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.

Çiçek, suya "seni seviyorum" der. Su, "ben de seni seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine der. Su, yine "ben de" der. Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler... Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya "seni seviyorum." der. Su da ona "söyledim ya ben de seni seviyorum." der ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine... Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; "seni ben, gerçekten seviyorum." çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye... Doktor gelir ve muayene eder çiçeği.

Sonra şöyle der doktor:

- "hastanın durumu ümitsiz artık elimizden birşey gelmez." Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: "çiçeğin bir hastalığı yok dostum... bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.

ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece "seni seviyorum" demek yetmemektedir.
İnternetten....
.............................................................................................................................


ÇOK GEÇ DİYE BİR ZAMAN YOKTUR...

Okulun ilk günü ilk derste profesörümüz önce kendini tanıttı sonra "Bu yıl yepyeni bir öğrencimiz var. Çok ilginç biri bakalım bulabilecek misiniz? dedi... Ayağa kalkıp etrafa bakmaya başlamıştım ki yumuşak bir el omzuma dokundu.. Döndüm.. Yüzü iyice kırışmış bir yaşlı hanımefendi bana gülümseyerek bakıyordu...

-"Ben Rose" dedi... "Benim adım Rose yakışıklı... 87 yaşındayım. Madem tanıştık seni kucaklayabilir miyim?." Güldüm..

-"Tabii" dedim.. "Hadi sarıl bana.." Öyle sımsıkı sarıldı ki...

-"Bu kadar genç ve masum yaşta üniversiteye niye geldin?" diye şaka yaptım... Minik bir kahkaha ile yanıtladı:
-"Buraya zengin bir koca bulmaya geldim. Evlenip birkaç çocuk doğuracağım. Sonra emekli olup dünya turuna çıkacağım.." Dersten sonra kantine gidip birer sütlü çikolata içtik. Hemen arkadaş olmuştuk. Ertesi gün ve ertesi üç ay sınıftan hep birlikte çıktık ve hep kantinde lafladık.. Öyle akıllı ve öyle deneyimliydi ki onu dinlemekle derslerden daha çok şey öğrendiğimi hissediyordum. Sömestr boyunca Rose kampusun ilahesi oldu. Nereye gitse etrafı çevriliyor çok çabuk arkadaş ediniyordu. İyi giyinmeyi seviyor diğer öğrencilerin ilgisini çekmeye bayılıyordu. Rose hayatını yaşıyordu.. Hepimizden daha canlı daha dolu yaşıyordu.. Sömestre sonunda Futbol Balosu'na davet ettik Rose'u konuşma yapması için... Orada bize verdiği dersi unutmama imkan yok... Konuşmasını önceden hazırlamış ve bir yığın karta kocaman kocaman yazmıştı. Elinde bu deste ile kürsüye yürürken kartları elinden düşürdü. Konuşma darmadağın olmuştu. Şaşkın biraz da utanmış mikrofona doğru eğildi...

-"Ne kadar beceriksizim değil mi? Özür dilerim... Buraya gelmeden önce heyecanım yatışsın diye bir duble viski attırdım. Sonucu görüyorsunuz.. Şimdi bu kartları toplasam bile onları yeniden sıraya koymam mümkün değil... Onun için en iyisi ben size aklımda kalanları söyleyeyim olur mu?"

Biz kahkahalarla gülerken o bardaktan bir yudum su aldı ve konuşmasına başladı: -"Yaşlandığımız için eğlenmekten oynamaktan yaşamaktan vazgeçmeyiz.. Eğlenmek oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız. Genç kalmanın mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır: Her gün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak... Bir rüyanız olmalı mutlaka... Rüyalarınızı kaybettiniz mi ölürsünüz. Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok... Yaşlanmakla büyümek arasında çok büyük bir fark vardır.. Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiç bir şey yapmadan hiç bir şey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız sadece bir yaş yaşlanır 20 olursunuz.. Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiç bir şey yapmadan hiç bir şey üretmeden sırtüstü yatarsam 88 yaşımda olurum. Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır. Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek için mutlak bir şeyler yapmak üretmek kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir. Asla pişman olmayın... Biz yaşlılar genelde yaptıklarımızdan değil yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü.. Ölümden korkan insanlar pişman olanlardır... Pişman olmaktan korktukları için hiçbir şey yapmayanlardır..."

Ders yılı sonunda Rose yıllarca önce başlayıp yaşam mücadelesi içinde ara vermek zorunda kaldığı üniversiteyi derece ile bitirdi... Mezuniyet töreninden bir hafta sonra uykusunda huzur içinde öldü. Cenaze törenine iki binden fazla üniversite öğrencisi katıldı. "Yapabileceğimiz her şeyi yapmak için asla geç olmayacağını" hepimize hem de nasıl öğreten bu muhteşem kadının anısına layık bir törendi bu... Rose'un öğretisi aslında dünyanın bütün üniversitelerinde zorunlu ders olmalıydı: "Çok geç diye bir zaman yoktur!.."
internetten...

Mustafa Kemal'den ders!



Mustafa Kemal, kurulacak devletin şekli ile ilgili toplumun her kesiminden insanlarla görüşmeler yaparken sıra, mollalar, şeyhler ve din büyüğü geçinen kişilere gelir.
Mustafa Kemal bunlara haber göndertip, gelecek hafta kendileriyle bu konuyu görüşeceğini ancak konuşmalarının bir temeli olarak katılacak olan herkesin Bakara suresini 288. ayetine kadar okumalarını rica eder.
Toplantı günü gelip çattığında, Mustafa Kemal kürsüye çıkar ve sorar:
-"Arkadaşlar, buraya gelmeden önce hepinizden Bakara suresini 288'e kadar okumanızı rica etmiştim. Kimler okudu Bakara'yı 288'e kadar?"
Salondaki bütün eller istisnasız olarak bu ricayı yerine getirdiklerini belirtmek için havaya kalkar.
Bunu üzerine Mustafa Kemal sözlerine devam eder:
- "Beyler işte, kuracağımız devletin neden din temeline dayanamayacağının açıklaması: Bakara yalnızca 286 ayettir."

3 Şubat 2009 Salı

Duman altındayım!

Son günlerde,sigaranın kokusu beni daha çok etkiler oldu.Otobüste,dolmuşta, hatta yolda yürürken yanımdan geçen insanlardan bu kokuyu alıyorum.
Hayatım boyunca sigara içmedim.Annem ve babam fosur fosur içerlerken,yaklaşıp öpmek dahi istemezdim onları.Hala bırakmadılar bu zıkkımı...
Nefret ötesi bir duyguyla yaklaşıyorum sigaraya...Ve aksi gibi en sevdiğim kişiler inanılmaz tiryakiler.Annem ,babam,kızkardeşim,en yakın üç arkadaşım.Hele bir tanesi var,bana tüylerimi diken diken eden sözler söylüyordu.
-"Ben sigarayı seviyorum kardeşim! Eğer olur da,hapse filan düşersem,bana sadece sigara getirin.Ölürsem de,her ziyaretinizde bir paket sigara getirin bırakın ".diyordu.Aşırı sıkıntı içinde olduğunu biliyorum,ama bu çözüm mü onu bilemiyorum işte.
Çıldırırdım bu sözlere....
Ya,inanılmaz bir şey!
Önüm,arkam,sağım,solum sobe adeta!
Herkes sigara içiyor.
Bir insan misafiri gittikten sonra,yeni yıkadığı perde ve tüllerini hemen yıkar mı?
Hemen pencereler açılır,üst baş değiştirilip,duş alınır mı?
Bu derece tepkiliyim sigaraya...
Annem doktora gitmişti,bronşit oldum galiba diyerek,ben
-"Hadi canım,sigara mahvetmiştir seni"dedim.
-"Yok,yok ben üşüttüğüm için hastayım"..
Neredeyse iddaya girecektim.
İyi ki girmemişim!
Ciğerleri tertemiz çıktı!
Tabiiki şükürler olsun,ama çok şaşırdım.
Eğer benim ciğerlerimde daha çok duman çıkmazsa şaşarım.Canım annem,dumanı içine çekmiyor,o sigaraya başladı mı,oda dumandan geçilmez.Olduğu gibi dışarı üfler.
Aylardır anneme gitmiyorum,sırf bu sigarası yüzünden...
Bana hasret,ben ona hasret gideceğiz bu dünyadan yemin ederim.
Kızkardeşimle aynı sokakta oturuyoruz,onlara gidip eve dönünce,üstümdekileri hemen değiştirip,yıkıyorum.Yazın dahi,açık havada ,yakınımda istemediğim sigaranın dumanı belkide sadece beni öldürecek,eminim.Burnumun içi simsiyah oluyor.Duman çekici özelliğim mi var bilmiyorum,ama bu ekonomik krizde bile sigara alacak gücü olanların geçim sıkıntısı çektiğine inanmıyorum artık.Hem ekonomiyi zedeleyen bir etkisi var,hem de insanın kendisine yaptığı en büyük kötülük diye düşünüyorum.
Ama biliyorum ki,başlayan biri,kolay kolay bırakamıyor.Bunu en iyi anlatan bir yazı okudum.Lütfen bir okuyun.Sigara tiryakisinin günlüğü Gülermisin ağlar mısın tarzında bir yazı...


Bu resmi daha iyi anlamak için,tıklayın ve resmi büyüterek bakın lütfen!
Sağlıklı günler sizinle olsun.

2 Şubat 2009 Pazartesi

Bir kış öyküsü-Fotoğrafın dili (12.Çalışma)


Kış,şu aralar çekilmez gelse de,geçmişimde hep güzel anılarla doludur.O zamanlar sorumluluklarımız,sadece ebeveynlerimize karşıydı.Gelişimimize katkıları olacaklarını düşünmediğimiz zamanlarımız.Tüm hissettiklerimi,yaşadıklarımla anlatmaya kalkarsam,ufak bir kitap oluşturabilirim.Erzincan'da kaldığımız seneler zaten bu kitabın tamamını doldurur.Çocukluğumun yaşam öyküleri muhteşem anılarla dolu çünkü.Gözümde canlanan resimleri yayınlama imkanım olsa,benim ne demek istediğimi anlayabilirsiniz,ama ne mümkün...Haylaz değildim çocukluğumda,ama oldukça hareketliydim.Meraktan kaynaklanan bir hareket...
Her zaman iyi mi sonuçlanır?
Daha önce yayınladığım bir öyküyle bunu anlatmışım...
Buyrun efendim;
6 yaşımdayım.
Dayımın görev yaptığı yere ziyarete gideceğimizi öğrendiğimde uykum kaçıyor o akşam.Anneannemi de göreceğim duygusu sevinçten havalara uçmama neden oluyor.Dayım ve anneannem huzurdu benim için,ama dayım bana çocukluğumu hissettiren yegane insan diyebilirim.
Annem,ablam ve ben.Kızkardeşim doğmuş muydu hatırlamıyorum,karlı dağların arasından geçerek yine etrafta hiç ev göremediğim bir yere, baraka gibi bir yere geldiğimizi hatırlıyorum.Babam yine tatbikata kalmış olacak ki bizimle değildi.Babam ve dayım asker oldukları için,sayelerinde Türkiye'yi turladık.Düşünün;ablam İzmir'de,ben Antep'te,kızkardeşim Erzincan'da doğmuşuz.
Neyse,uzun ve on ailenin kaldığı bir barakaya geliyoruz.Askeri lojman olarak kullanılan bir baraka...Etrafında gövdesi barakayı geçecek kadar uzun ince ama sık ağaçları hatırlıyorum.
Ama en güzeli neydi biliyor musunuz?
Şu anda tabirini yapabiliyorum,sanki beyaz bir deniz gibiydi.

Yollar askerler tarafından açılmış ama sürekli yağan kar tekrar dolmasına sebep oluyordu.Ezilen kar sesi inanılmaz hoşuma gidiyor.Gırc,gırc ses çıktıkça ayaklarıma bakıyorum,kar ayaklarımın altına palet gibi yapışmış,hemen oyun yapıyorum kendime,dayımın elinden kurtulup (düşmeyelim diye sıkı sıkı tutmuştu ablamla benim ellerimizi) kara batıp çıkmak çok heyecan vericiydi,zıplıyorum,silkeliyorum,ellerimi açmışım gökyüzüne ,yağan karı kucaklıyorum.Ama öyle yarım metrelik filan bir kardan söz etmiyorum,bir metreden fazlaydı yağan kar.Bize dışarı çıkma yasağı çıkmıştı dayım tarafından,asla yanımızda büyük olmadan çıkılmayacaktı.
Hah haa, ben ha?
Bir ara kaçamak yapıp kapının önüne çıkıyorum,içeriden gelen seslerin bile bastıramadığı bir kar sessizliğiyle karşılaşıyorum.Resimdeki görüntü ,Sarıkamış resimlerinin arasından seçtiğim, hatırladığım anılara en yakın olanıdır.Biraz daha ileriye gitmek istedim,çünkü görüntü adeta davet ediyor.Annem ne der diye geriye baktığimda,çatıdan sarkan sarkıtları görüyorum,güneş tepeden üstlerine vurduğu için parlak bir kristal görünümünde....Güzellikler karşısında adeta çıldırıyorum,yasağı unutup,büyülenmiş vaziyette nehir gibi uzanan kar yoluna,ormana doğru dönüyorum.Ve birden kararımı verip bata çıka yürümeye başlıyorum.Zavallı ben,bütün alanın benim yürüdüğüm yükseklikte olduğunu düşünmüş olacağım ki,birden uçuyorum.El değmemiş karlara doğru yürümek isterken,sert yerlerden yürürken taşıyan zemin yumuşak yere basınca,kara gömülüyorum.Yukarı bakıyorum,neredeyse boyum kadar daha yukarıda kar yığını var,ve bir yandan yağan kar beni nefessiz bırakıyor.Ağzım,burnum kar doldu,bağırmak istiyorum bağıramıyorum.Hem korkudan,hem soğuktan titriyorum.Birden annemle deyımın konuşmasını hatırlıyorum;
-"Çocuklar uzaklaşmasınlar,ayı ve kurtlar yakına geliyorlar,dikkat edelim."diye.
Korkudan donduğumu anlayacak yaşta değilim,sadece korkuyorum,ağlıyorum ama gözyaşım akmıyor,hissetmiyorum bile.
Bir ara anneannemin sesini duyuyorum.
-"Hasan koş Tülay yok"
Sesi ilaç gibi geliyor bana.
Dayımın nasıl çıktığını,telaşlı sesinden anlıyorum,ama mümkün değil bağıramıyorum.
Birinin beni çektiğini hatırlıyorum.Sarıldı,sonra üstümü silkelemeye başladı.Ben gülümsediğini zanneden budala ,sadece içimden gülümseyebildiğimi,soğuktan yüz mimiklerimin olamayacağını düşünemeyecek kadar sevinmiştim.Kollarımı hareket ettiremiyorum ama dayıma sıkı sıkı sarılıyorum gibi...Ama nasıl buldu beni diye düşünüyorum:Dayım!Kahramanım benim!
Ne olacak ki!
Sadece benim gibi bir salak yasakları ihlal edince,tek ayak izleriyle iki adımda yanıma gelmiş dayım.
Ama ,
-"Yeğenimm"diyen dayımın sesi bir süpermen etkisiydi benim için o an.Sıkı sıkı sarılınca en mutlu insan olmuştum,en güvenilir yerdeydim çünkü....
Sonrasını hatırlamıyorum ama daha sonra beline kadar gelen karlara bizi atarak ve çekerek,bazen saklanarak bizimle öyle güzel oyunlar oynadı ki dayım,herhalde bu nedenle,Sarıkamış anılarımda unutamayacağım güzel kar manzaralarıyla yer etti........
Erzincan da kar konusunda beni doyuran manzaralara sahipti.
İşte bu nedenle,İstanbul'da yağan kar,kar değil benim için.